28 Aralık 2013 Cumartesi

Yoni Puja

Charlotte galerisinde işlerini sergilemek istediği bir ressamı görmek için kır evine gider ve ressam gözlerden uzak tuttuğu nadide eserlerinin perdesini aralarken şöyle der: “Görmek üzere olduğunuz kanvasların, aklıma gelmiş olan tüm iyi fikirlerin ilahlaştırılması olduğunu düşünüyorum. Bu benim saf, evrensel, tanrısal güce en çok yaklaştığım nokta. Yoni![1] Evrendeki en kuvvetli varlık. Tüm yaşamın, zevkin ve güzelliğin kaynağı.” [2]

Geçen sene dişilik mevzusunu 49 dişi ile aynı ortamda 5 dolu gün geçirerek yatırdık masaya. Agamanın verdiği müthiş çakra/farkındalık düzeyleri temelinde farklı kadınlık hallerinden başladık, sonra kendimizi koruma dürtüsüyle ortaya çıkan hislerin duygu ve moda dönüşümünü bilimsel bir yaklaşımla anlattı Maha Ananda. Hisler iyi hoş, bastırılmamalı, ortaya çıkmalı. Ama ortaya çıkan hisle ne yapacağın, yani onu nasıl bir duyguya dönüştüreceğin seçimi mesele. Anahtar kelime seçim. Hissettiğim halin beni nereye götüreceğini seçme iradesi ve özgürlüğü. Baskılamak, ertelemek değil; hissettiğine bakıp onunla ne yapacağını seçmek. Nasılı niçini yok; kıskanmayı, kızmayı, mağduriyet halini değil başka bir şeyi seçmek.  Çok kafa açıcı bir bilgiydi. Ama hepsinden ötesi bu beş gün boyunca genel olarak dişilik algılayışımla ilgili olumlu yönde bir anlam kayması yarattı tüm muhabbet; hatta ben bugüne kadar erkek olarak yaşamışım bile dedim. Kadının gücünü anlatırken kullandıkları kadife kılıf içerisindeki samuray kılıcı analojisine hasta oldum, evime götürdüm, yastığımın altına koydum. Etrafımdaki erkekleri nasıl hadım ettiğimi gördüm. Erkekleri hadım ettikçe kadınlığımın ne kadar da eksildiğini anladım. Üstüne bir de bol bol dans ve ritüel. En özel ritüellerden biri dolunayda onca kadının mutlak bir sessizlik içinde sahile inip, bir çember içinde niyetlerini edip sonra da çıplak denize girmesiydi. İnanılmaz bir görüntü, inanılmaz bir güzellikti.

Kadınlara bedenlerinin en çok neresini beğendikleri sorulduğunda muhtelif kaş göz baldır cevapları arasından bir ‘yoni’ sıyrıldı. Bir kadının vücudunda en beğendiği yer yonisi?! Sevmeyi anlarım, özel hissetmeyi anlarım ama beğenmeyi kabul edemedim. İlerleyen günlerde ‘kendinizi en dişi hissettiğiniz kıyafetinizle gelin’ komutasına belden aşağısı tümüyle açık bir kılıkla geldi aynı kadın. Baktım, evet ya, güzel yoni. Sonra bir tık daha attı zihin, farkettim ki onun yonisi olduğu için değil, hani bildiğin yoni çok güzel. E dedim bende de var bundan. Gittim baktım. Öyle modern batılı kadın kafasıyla ‘aa tabii ki barışmamız lazım oramızla buramızla’ diye ezbere değil, uzun uzun baktım.  Güzel sözler söyledim ona önce yine bir takım komutalara uyarak, sonradan içselleştirerek. Barışılıyormuş kendisiyle, gerçekten bir nilüfer çiçeğiymiş ve sevilesiymiş. Kursun sonunda ilan ettim bu barışı ve teşekkür ettim vesile olan kadına.

İşte o noktadan sonra benim için herşey değişti.

Tantrik Yoga’da en önemli iki sembol yoni ve lingam. Freudyen sembolizminin indirgemeci yaklaşımının ötesine geçmek gerekiyor bu noktada. Kadın ve erkeğin sembollerinin, cinselliğin ortaya çıkardığı kutupluluğun varoluştaki tüm fenomenlerde kendini tekrar ettiğini görmek kolay. Yoni ve lingamın ilişkisi, dağ ve vadi, su ve ateş, manyetizm ve elektrik, ay ve güneş arasındaki kutupluluk gibi tezahür ediyor doğada. Yoninin kelime anlamı kaynak; en yüksek anlamıysa yaratılışın kaynağı. Tıpkı bir kadındaki yoninin onun yaratıcı enerjisinin kaynağı olması gibi.[3]

Beni bu kelimelere çok kuvvetli bir yoni puja[4] getirdi. Bu mevzunun okuyarak anlaşılabileceğinden emin değilim; en azından benim kafam o şekilde basmadı. Agama’daki deneyimler,  yoni sembolizminin en yoğun kullanıldığı, ana tanrıçanın evlerinden Kamakya’daki tapınaklar derken Anish Kapoor bambaşka bir kanaldan anlattı tüm meseleyi bana.  Bir yoni puja yapmak isterseniz en rafinesinden; ‘tüm yaşamın, zevkin ve güzelliğin kaynağını’ görüp anlamak için Anish Kapoor’un büyüsüne tanıklık edin sergi sona ermeden. Bu düzeyde bir sanata yorum yapmak haddim değil, sadece şunu önerebilirim; öyle gezip bakınarak değil, sizi çağıran işlerin önünde bakışınızı sabitleyip dakikalarınızı geçirerek kalın. Bakalım neler olacak.






[1] Amca orada başka bir şey söylüyor aslında. Repliği saptırarak argo (veya teknik) ifadesi kulağımı tırlamadığı için Agama’daki usulü, sansktritçe karşılığı olan 'yoni'yi kullanıyorum bende hayatımda, oradan devam ediyorum yoniyle muhabbetime.
[2] Kıllanan zihin; kılığı, alkolü, seksi, ilişkileri, zamanı ve bir dolu başka şeyi tüketir Sex and the City ama kadının o kadar çok gündemini masaya koyar ki yiğidi öldür hakkını yeme.
[3] İlgilenen için David Frawley-Inner Tantric Yoga önerilir
[4] Yoni ritüeli 

7 Aralık 2013 Cumartesi

Ada'da Agama Kozası

‘Okumaya değer bir şeyler yazmak lazım’ derken bulunca egomu, biraz mola aldım. Grafomani vardı eskiden beri zaten. Sadece kendi yazdıklarım üzerinden değil başkalarının içindeki saklı yazma/okunma takıntısını kaşımak için “defter” düsturunu geliştirmiştim. Önce kendime özel, sonra en yakın dostlarla ortak “defter”ler, zamanla uyduruk ajandadan ciltli, şekilli oldu; “seçilmiş”lere verildi birkaç günlüğüne. ”Seçilmiş”ler tabii önce başkaları neler yazmış diye, şimdi facebook’un ziyadesiyle karşıladığı röntgen zevkini yaşayıp, doyduktan sonra kalemi ellerine alırlardı. En son geçen sene baktım tarihi teee ortaokul zamanlarına uzanan “defter”lere, bugünün kafasıyla bile ‘vay anasına’ dedirten yazılar var; Fasih, Emin, Alper bir döktürmüşler ki… Oğlanlar felsefe, sci-fi giderken kızlarımız (ben dahil tabii) kendi duygusal alemlerinde o yaşlarda. Bir de tabii en özel defterler var;  yıllar yılı kelime konuşmadan sadece birbirimize defter uzatarak ilişkimizi sürdürdüğümüz yansımalarımla paylaştığım. O muhabbetin üst perde (yogaca vişuda düzeyinde dediğimiz) derinliğini ömür billah taşıyacağız sanırsam. 
Buranın koza etkisinden bahsetmiştim galiba daha önce. Agama topluluğunun bir akışı var. Bir takım etkinliklerde, Soma restoran gibi sosyal ortamlarda kesişmeler, belli bir jargon üzerinden (ki bu jargona gerçekten agamaca diyeceğim, çünkü new age ‘birlik, sevgi’ geyiklerinden farklı; daha teknikJ) derdini ifade etme durumu ve kendi meselen neyse onunla uğraştığın çalışmalar, deneyimler. Arada bir de çoğumuzun dışarıdan gelen her şeye bir dur deyip içe dönmek için girdiği inzivalar. Tam puja ve Rishikesh’in beni soktuğu inziva halinden çıkmışken Kaşmir Şivaizmi inzivasına başladım dün itibariyle. Kaşmir Şivaizmi isminin geldiği topraklardan, üstadın temel ilham kaynaklarından, özü sufizme çok benzeyen monistik bir öğreti. Geçen sene kuramını 5 günlük bir kursta vermişti; şimdi de inzivasıyla devam. Buradaki inzivalar genel itibariyle 8 gün sürüyor, belirli bir çakra veya öğreti üzerinden bol meditasyon, biraz hatha yoga ve tam doz kendi kendinle kalma durumu. Mümkünse sessiz kalman öneriliyor. Ben mutlak sessizlikte bir inziva yapmamayı seçtim; önümüzdeki ay bir inzivaya daha gireceğim, doz aşımı olmasın dedim. Ayrıca benim mutlak inzivadan anladığım epey radikal olabiliyor; şu an birilerine yazı yazmak bile sessizliği bozan bir şey benim için. Her neyse, onun yerine biraz akışına bırakayım, kasmayayım dedim. Akış ise meditasyondan çıkar çıkmaz eve koşup kendi başıma kalmayı getiriyor iki gündür. Meditasyon zamanının yüzde kaçını gerçekten zihni durdurarak geçirebildiğimizi hesap edersek komik bir istatistik çıkabilir ortaya. Bu nedenle onca saat oturunca insanın kafası yeterine kalabalık oluyor. Yakın geçmişle başlayıp epey bir tarihe dokunan bir dolu anı, kişi fırtlayabiliyor kara delikten. Bir anda içinden korku, endişe, şehvet, özenme, yılma gibi nereden geldiği belli olmayan duygular çıkabiliyor; çıktıkları gibi hemen kaybolmuyorlarsa belli ki bir kat daha var orada, altına bakmak lazım. Ben henüz derin bir mücadeleye girmedim, tatlı tatlı gelen giden haller var ama daha başındayız bakalım. Bir de ben şahsen coşkumu arıyorum şu aralar; kaçtı gitti bir ara; bekliyorum dönsün diye.
Üstat bir süredir ruhani testler diye bir dizi ders veriyor haftada bir. Adı ruhani test ama verdiği örnekler bizi herhangi bir amacımızdan alıkoyan haller, o yüzden her yola gelir diye biraz bahsetmek istedim. Daha önceki yazılarda bahsettiğim kök çakra etkisindeki bir zihniyetin kendine koyduğu tuzakların başında mantıksız korkular geliyor. Misal düşünceni ifade etmekten korkmak, bu iş için çok yaşlandım, çok toyum,şuyum yok bunum çok gibi bahaneler üretmek veya daha fobiye varan korkular, uçak, böcek vs korkusu gibi; hiçbir mantığı olmayan korkular. Benim geçen sene ruhum şeş-beş olmuşken çok yaşadığım bir durumdu bu, ‘ya aileme bir şey olursa ben buradayken’ takıntısı, eser mik
tarda uçak korkusu, kaza korkusu gibi bir dolu korku edinmiştim. Bırakabiliyorsun şükür bunları; artık yoga mı yaparsın terapi mi görürsün… Üstadın önerisi tabii ki özgür iradeni kullanıp üzerine gitme yönünde. Saçmaladığını görüyorsun, korkman için elle tutulur hiçbir neden olmayan durumlarda bırak işte zırvalamayı. Ha, savaş fotoğrafçısısın ve korkmadan bombalamaların üstüne üstüne gidiyorsun, o başka bir patoloji tabii. Bunun dışında aşırı tembellik, hareketsizlik ve aç gözlülük tipik muladhara halleri. Kıçını kaldırıp da eyleme geçememek bir türlü veya ‘daha çok para kazanmam lazım, hayatımı güvenceye almam lazım’ diye hiçbir şeyin güvencesi olmadığını bile bile asıl yapmak istediklerini erteleme durumu.

İçgüdülerin, duyguların, hayal gücünün alemi olan Svadistana çakranın zihniyetindeki kişinin yaşadığı testlerin başında genel bir kafa karışıklığı var. Gerçekten ne yapman gerektiği ile ilgili kafanın net olmaması bir türlü; hani sabah kalkınca meditasyona oturmak yerine (kişiye veya amacına göre tezini yazmak, raporunu, besteni bitirmek felan gibi uyarlanabilir) ‘amanın evi temizlemem lazım’ diyip motor takmış gibi kendini temizliğe vermek, sonra araya bir telefon görüşmesinin girmesi, sonra o telefonu takiben mutlaka gidilmesi gereken bir buluşma, sonra başka başka ‘araya giren’ şeyler sonucunda o meditasyonun yalan olması durumu. Svadistana kafasının en yakın kankası cep telefonu bu anlamda. Kafa karışıklığına eşlik eden bir diğer tipik hal kişinin kendi yarattığı dramalara kapılıp üstüne bu dramaları hayatta bir örüntü haline getirmesi. Sonracıma konfor düşkünlüğü, zevk peşinde koşmak. Bir arkadaşımın örneği yıllardır aklımdan gitmez nedense tüm basitliğine rağmen. Üniversite sınavlarına hazırlanırken yanına bir kase şam fıstığı koyarsın test çözerken atıştırmak için; bir anda test kaynar ve sen tüm dikkatinle açılmamakta direnen fıstıkları diş-tırnak kombinasyonuyla kayıp vermeden bünyeye kazandırmaya çalışırken bulursun kendini. Yaş ilerledikçe bu zevklerin kapladığı alan büyüyor ve bir kase şam fıstığının yerini ertesi günün ortasına kadar ayılamadığın alemler, saatlerini gömdüğün diziler/filmler/oyunlar veya alışveriş alabiliyor. Svadistananın alameti farikası şehveti unutmamak lazım tabii; mevzunun ayarını kaçırmak de sorun olabilir, öylesini tanımadım diyemeyeceğim; bilir kendini, görmedi hayrını. Ben çok haşır neşir olmadım şükür ama depresyon tipik svadistana kara batağı.
Son dersinde manipura testlerini anlattı. Manipura biraz daha makbul bir çakra diğer ikisine göre, temiz çalıştığında o da; cesaret, güç, irade, liderlik zart zurt; samuray halleri. Severiz. Az capon Çinlisi filmi izlemedik. En sevdiğim film parçasıdır üstadının çekirgeyi yetiştirdiği sahneler.  Miyagi san’ın sinek fantezisinden B. Kiddo’nun ismini unuttuğum ustasının kılıcın tepesine konup hatunu teperekten geriye takla atmasına kadar hastasıyım. Ama pisi de pis manipuranın, kontrolsüz ego, kavgacı, agresif, huysuz haller. Önce bu kafadayken üslubun gereksiz sertleşmesinden, kavgacılıktan, egoizmden bahsetti. Sonraysa manipuranın en büyük testlerinden birinin ruhani pratikle (veya artık derdiniz her neyse onun peşine düşerken) hem kişinin hem de düzenin değişmesi ve bu değişim nedeniyle hayatın kontrolünü kaybetme paniğinden bahsetti.  Hoşgelmişinizzzzz dedim. Diğer düzeylerdeki sorunları da zaman zaman bolca yaşasam da bu aralar mevzu budur. Peki puja yoluna çıktığımdan beri uğraştığım mevzunun bu derslerde löp diye kucağıma düşmesi senkronizm mi apophenia mı?






30 Kasım 2013 Cumartesi

Ada'da kadın çemberi

Eve internet almadım henüz. Benim omuzumdaki şeytanla melek internet konusunda kapışabiliyor ve şeytan ağır bastığında kendimi saatler boyunca dizi izlerken bulabiliyorum. Sonra ayıldığımda günlerin hiçbir şey büyütmeden, üretmeden geçtiğini görüyorum. Mecburiyet mi var üretmek için; hayır. Ama mutsuz oluyorum o kadar çeşit yemek varken sürekli peynir ekmeğe talim edince.

Bugün Savita dedi, at gibi koşturmaya başladık yine. Ben o kadar koşturmasam da yarı askeri bir düzen kurmaya çalışıyorum. Meditasyonu, yogası, okumaları ve yarın itibariyle bu düzene eklenecek tez çalışmalarının ötesinde bu sene az buçuk daha sosyal olmaya istekliyim (Ah Şibumi, ah izlediğim tüm o Japon/dövüş sanatı filmleri, ah şu disiplin, irade halleri…). İstemekle olmuyor tabii, sosyallik de bir iş. Muhabbet edicen, sözleşip yemeklere çıkıcan, bağ kurucan. Epeydir kısıtlı bir çevre dışında pek yapmadığım şeyler. Eskiden İstanbul’daki yegane sosyal aktivitemizin birbirimizle hoşbeş olduğunu düşününce tuhaf geliyor tabii bu vahşilik hali.

Adadaki ilk gerçek sosyalleşmem özel bir vesileyle gerçekleşti; Shakti toplantısı dediğimiz kadınlar çemberi. Haftada bir buradaki geçmişten kalma İsrailli asker damarı güçlü, enteresan bir yoginimiz Yogita’nın yönettiği kadın çemberi toplanıyor. Oldum olası her cinsin muhabbetini ayrı severim. Üstteki katman cinsiyetse alttaki ortak bileşen samimiyet ve bu samimiyetin getirdiği bağdır bende geçerli olan. Çok özel ve güzel kadın dostlarım, çok özel ve güzel erkek dostlarım çok özel ve güzel cinsiyetini her iki diyarda gezdiren dostlarım var; ortaya karışık iyi de olsa, birebir muhabbette ayrıştırmayı seviyorum. Kadın çemberi kadın kadına muhabbette şanslı olanların yakaladığı samimiyetin kolektif hali; tırnakların, dişlerin içe çekildiği, halden anlayan dişilerin birbirlerine gerçekten gönül ve kucak açtıkları bir ortama dönüşebiliyor. Bu ilk toplantı da öyleydi; birbirimizden gündelik hayatta esirgediğimiz tüm güzel sözleri sarf ettiğimiz, dans edip kol kanat gerdiğimiz bir çember yaşadık. Kabuğumdan çıkarttı beni biraz bu deneyim.

Adadaki; daha doğrusu okuldaki Türk nüfusu 19'u bulunca bir buluşma yapalım dedik, fiyaskoydu. Uzun masada oturup birbiriyle doğru düzgün iletişemeden yemek yiyen bir güruh olduk. Gereksiz. Sonra Agama Yoga Türkiye ekibi olarak bir çekirdek buluşma  yaptık. Oh dedim, buydu ya aile, ne diye karıştırdık ortalığı.

Yoga düsturuna gelince; burası bir nevi yoga üniversitesi. 24 aylık bir programı, doğrudan üstattan alınan ileri düzey eğitim ve her bir çakra üzerine ikişer ay bireysel pratik yapılan 14 aylık bir dönem izliyor. Ben bunun ne kadarını takip ederim bilemiyorum. Ama şimdilik 8. Ayın eğitimini alıyorum. Bir yandan da 1. Düzey sınıfına asistanlık yapıyorum. Müthiş bir deneyim, Agama’nın yeni açılan salonunu tıka basa dolduran 100 kişilik grupla beraber çalışmak harika. Darısı başımıza diyorum, Türkiye’de de o günleri görürüz inşallah. Bu sabah öğrendiğime göre önümüzdeki ay yine birinci düzeye eğitmenlik yapıyorum. Burada kolay iş değil eğitmenlik yapmak, her kurumda olduğu gibi bir hiyerarşi işliyor. Aktif hoca olman, adada da epeydir boy gösteriyor olman gibi raconların yanı sıra tabii ki üstadın da ‘yürü ya kulum’ demesi gerekiyor. Böyle yumuşak yumuşak başlamak güzel oldu yani.

Okunduğu üzere hayatımdaki macera dozu biraz azaldı buraya geldiğimden beri, ama bünyenin içindeki hareketlenmeler sonsuz. Buranın insanı soktuğu bir yüzleşme hali var; en azından ben ve yakınımdaki arkadaşlar yoğun yaşıyoruz bu yüzleşmeyi. Akınla bokunla buradasın; duyguların, düşüncelerin üzerini örtmüyor tam tersine izliyorsun zihninin girdiği halleri sürekli. Sanıldığı üzere kaçacak çok yer yok. Ben de bu durumlardayım işte, bir gün yoğun meditasyon, başka bir gün çılgın libidinal haller; bir gün sevgi, öbür gün endişe. Oradan oraya gezine gezine çalışıyoruz biz küçük askerler.

PS: Bir kadın çemberi planlıyoruz Büyükada'da. Anadolu'da olurmuş böyle kadın dayanışmaları. İhtiyaç duyduk. vesile oluyoruz. 20-22 Aralık 13 (https://www.facebook.com/events/599838596720514/?ref_dashboard_filter=calendar).  




26 Kasım 2013 Salı

Rişikeş'te Ayurveda

Çok hoş bir ayurveda doktoruyla tanıştım. Buralara kadar gelip epeydir istediğim ayurvedik konsültasyonu atlamak olmaz diyordum. Önüme çıktı; bir arkadaş tavsiye etti, fazla da düşünmeden atladım gittim. Ayurvedaya göre beden mükemmel ve hastalık için herhangi bir neden yok. Yaşadığımız travmalar, düşünce, duygu şekilleri; kısaca hayatımız sapmalara sebep oluyor. Bedenimiz ve ruhumuz evrendeki dört elementi barındırıyor; üçe ayırıyorlar bu tezahürü; Vatha (hava), pitta (ateş) ve Kapha (Toprak ve su). Bu elementler dengede olunca süperiz, bazıları baskın çıkınca hastalıklar başlıyor. Aslında her insan bir veya iki elementi baskın doğuyor. Genetik hastalık aktarımına inanmadıkları için karma diyorlar bu baskınlığın nedenine. Kapha tipindekiler şöyle sağlam iskeletli bol salya sümüklü, sakin, hatta ağırkanlı; pittalar çilli, ateşli kıpır kıpır, hatta biraz agresifken vathalar da böyle havalarda gezenler. Misal ben kendimi fiziksel olarak kapha zihinsel olarak pitta sanırdım; meğer doğuştan pitta imişim. Sonradan kapha toksiniyle dolmuşum. İşte bunu temizlemek icap ediyor. Aslında çocukluktan bu yana çok şey değişti, daha farklıydım her anlamda küçükken; koşmak varken niye yürüyor ki insanlar diye ciddi ciddi sorguladığımı hatırlıyorum. Şimdiyse kıçımı devirip “n” sezon vampire diaries indirebiliyorum bünyeye bir oturuşta; tarihin en berbat vampir hikayesi olduğunu düşünsem de.

Yogayla el ele giden bu asırlık tıp bilimi haliyle ruhaniyete, metafiziğe, duygulara, düşüncelere çok önem veriyor. Herkesin hakkımda dediklerini alıp cebime koymam makul olmaz, ama söylenenler bakış açısını genişletiyor haliyle. Neyi niye yaptın, neler oluyor gibi sorulara yeni cevap seçenekleri yaratabiliyorsun. İşte bu doktor da çok enteresan yorumlarda bulundu. 6 yaşından 16-17 yaşına kadar kümese kapatılmış kartal gibiydin diyor (doğrudur, ODTÜ’yle firar ettiğimi bilen bilir). Bu benim seçimim tabii, niye seçtim henüz bilemiyciim. Prateek gibi o da vedik astrolojine bakıyor. Oldukça kafa açıcı bir muhabbetti. İkinci buluşmamızda sıra, omurgadan geçen varlığımızın temel enerji hattı şuşumna nadinin bir sağında bir solunda akan, dişil ve eril kanallarımız ida ve pingala’nın dengelenmesi için bir seansa soktu beni. Seans sırasında alttan ısıtmalı bir masaj yatağının üzerinde kayıttan gelen müzik ve yönlendirmeleri dinlerken alnımdan başıma doğru sıcak yağlar akıtıldı. O kadar tuhaf bir transtı ki kayıttan bir ara yeni doğduğuma ve etrafımdaki sesleri dinlediğime dair bir yönlendirme gelince, gerçekten kendimi o odadaki en ufak sesi bile algılarken, bu seslerin ne olduğuna (sesin ne olduğuna) dair mutlak bir yabancılık hissi ve hatta korkuyla dolarken buldum. Gerçekten yeni doğmuşum gibi hissettim ve doğum çok ürkütücü geldi.

Seansın sonrasında bir kilo daha ilaç yüklenip mahalleme doğru yola çıkacaktım ki Doktor da bana eşlik etmek istedi. “Her akşam sevgilimi görmeye giderim” dedi. Ganja sevdalıymış bizimkisi de. Müthiş bir ahbaplık hissiyle sohbet ede ede yürüdük yirmi dakikalık yolu. Sonunda gerçek bir Hint aile evine davet aldım ama bu sefer icabet etmek kısmet olmadı. Ertesi günü yola çıkacağım için bir dahaki gelişime dedim. Şimdi kullanıyorum verdiği ilaçları. İlaçların ötesinde bir takım tavsiyelerini de aşama aşama katacağım hayatıma. Bakalım, hayrını görürsem sizlere de dokunsun üstat diye çok istediği İstanbul turuna vesile olabilirim. Bizim öğrenciler Ayurveda kursu istiyorlar zaten.

Ve sonunda 2013’e kısmet oldu yılbaşını istediğim gibi kutlamak! Her sene aynı ikilemi yaşarım. Aklı başında insan yılbaşını sallamaz egosunun etkisi dururken, milyonlarca insanın ‘ahanda yıl bitiyor’ kafasında olduğu bir dönemi yok sayamamak; bir şeyler yapmak istemekle ‘ay ne uğraşıcam’ arasında sıkışmak sonucu abuk subuk etkinliklerle, hafif huzursuz geçti çoğu yılbaşı. Bu sene Prem Baba’yla, yüzlerce insanın şarkı türkü ve meditasyonuyla müthiş yumuşak bir geçiş kısmet oldu. Oh be dedim. Sonuç: yılbaşı mühim!

Adaleli delikanlıyla bir yemekten sonra toparlanıp sabahın kör saatlerinde Ganj’a bir selam çaktım (inip su almayı gözüm yemedi) ve yola döküldüm. Sonrası Delhi ve Bangkokta çılgın alışveriş turları ve inatla sabahın kör vakitlerinde yolla geçti. Bir ay içerisinde o kadar çok şey oldu ve o kadar çok yer değiştirdim ki “neler oleyor?!” halindeyim şu an. Öksürükler aksırıklar bitecek ve ben akışa döneceğim kısmetse. Akıştan ve Tayland’dan bildireceğim inşallah.


Not: Bunları yazdıktan çok sonra Ram üstadı İstanbul’da ağırladık, şifa yolunu ve enteresan gözlemlerini bir dolu öğrenci ve arkadaşla paylaştı. Devamı da gelecek sanki. 2013 Aralık’ta bu sefer onun hanesindeyiz ve beklediğim Hint ailesiyle yemek romantizmini yaşayacağım nasipse.  

5 Kasım 2013 Salı

Prem Baba

Akşamları Ganjın üzerindeki dar, çelik köprüden geçtikten sonra muhtelif köşelerde mevzilenmiş babalara “Hariom” çakmaya alışınca dedim, tamamdır. Isıtıcımın püfür püfür üfürdüğü, mumlarıyla, matı battaniyesiyle sıcak bir yuvam, selamlaştığım babalarım, üç-beş kelam ettiğim arkadaşım, böyle böyle minik rutinlerim var. Yani bıraksan kalınır burada aylarca. Ben bir hafta uzatabildim turumu. O bile çok zorladı; amanın biletler yanacak, her şeyim organizeyken niye kalıyorum ki; Prem Baba’yla biraz daha takılmak mı, yerleşme hissi geliyorken tadını çıkarmak mı, bir delikanlının adaleli kolları mı, yoksam sadece bu değişikliği yapabilme özgürlüğünü yaşamak mı derken bu basit karar için bile epey bir zorladım kendimi. Sonuç itibariyle bir hafta daha Rişikeş. (Adaleye takılmayın, hikaye erotikleşmiyor, şimdilik bakıyoz sadece).

Prem baba’yla muhabbetim sürüyor. İlk münasebetten sonra o güçlü etki hafifledi, yumuşadı; zaman zaman satsanglarda koptuğum oldu, ama çok da düşünmüyorum nedir ne değildir; ona sorarsan zaten “kalbinizi kalbime bağlayın yeter”. İnisiyasyon aldım ondan. Nedir bilmeyen için, kendini Guru’ya teslim ettiğin bir ritüel aslında; eti senin kemiği benim diye ustalara verirlermiş ya çocukları. İşte sen kendin yapıyorsun bunu bir nevi. Ben yüce bir teslimiyet hissinden ziyade o yaşadığım güçlü kalp yoğunluğunu (anahata açılmasını) hatırlayabilmek, bu bağı üstatla kurabilmek için istedim ritüeli. Bir aşamasında bileğime efenim okunmuş üflenmiş bir ip bağlayacak muhterem. Benimse bileğimde katman katman Swami’nin her ay sonu seremonilerinde bağladı yine okunmuş üflenmiş beyaz iplerden var bol bol. Swami sorar önce “ister misin bağlamamı; kazadan beladan korun, yolundan şaşma diye okuduğum bir ip bu”. Prem Baba, hiç istifini bozmadan tek makas darbesiyle kesti beyazları, kendi okuduğu kırmızıyı bağladı ben bir şey diyemeden. Çok hoşuma gitti bu netliği. (Bu ip durumu da enteresandır; dört sene önce Swami’nin ilk ay sonrası bağladığını yıllar yılı tuttum bileğimde. Tayland’a döndüğüm eğitmen eğitimine, Swami’yle tekrar yolların kesişmesine bir hafta falan kala koptu. Şimdi de yine yeni bir Tayland sezonuna neredeyse bir hafta kala). İstanbul’dan olduğumu söyleyince pek bir keyiflendi, uzun uzun güldü; “çok şanslısın, çok güzel bir şehir”. Evet ya çok şanslıyım, çok güzel bir şehir. Son aylarda çok düşünüyordum İstanbul’u özlediğimi, yavaş yavaş orada yeni bir döneme doğru hareket ediyorum sanki. Nerede, nasıl, ne kadar bilinmez ama.
Şu maymun durumu acayip; bahsettiğim köprüde mevzilenip kimin elinde atıştırmalık bir şey görseler hop atlıyorlar. Geçen bir tanesi geçti çeşmenin başına, açtı musluğu, içti içeceğini, kapattı gitti. Hani akıllı hayvan, açıyor da, kapamak ne demek?
Tabii böyle ayran pekmez geçmiyor günler, son günlerde muhtelif türbülanslar yaşadık içerilerde bir yerlerde. Hatta “karanlıktan bildiyorum 2” şeklinde yazmaya başladım yine ama tüm yazı boyunca kendimle dalga geçip durduğumu ve halin acı vermekten ziyade güldürdüğünü fark edince, yok dedim bozulmuş bu, kapattım bilgisayarı.
Prem Baba’dan bildireyim biraz; 21 Aralık için tabii ki özel bir satsang oldu. Özetle dediği 60ların cinsel devriminden sonra bu tarihle beraber ruhani devrime geçiyoruz. Cinsel devrimle kadınların alanı arttı, bu yüksek enerji özgürleşmeye başladı, fakat hedefine; kalbe varmadı henüz. O yüzden aslında o dönem hala devam ediyor. O zamanların ruhani karakterleri çok heyecanlıydı bu devrim için, şimdi de bu zamanın devrimi heyecan yaratıyor. “Law of minimum effort” vuku bulacak; azami efor kanunu. Yani insanlar çok daha az çabayla yeteneklerini kullanabilecekleri, daha kolay ve hızlı yol alabilecekleri bir döneme giriyorlar diyor. Valla benim hayatımın dilemmalarından bu mesele; yeteneklerini kullanma ve ifade etme. Yarış atı olarak yetiştirilip yapılması gerekenlere odaklanmaktı benim işim. Yetenek kısmı daha ikincil olabiliyor kafası iyi kötü çalışan biri için (zekadan doğan aptallık); o yüzden üniversite yıllarının ortasında zort diye ben dans edicem, dağa çıkıcam, yollara dökülücem diye sapıtabiliyor. Sonraki yıllarda da ‘ne yar ne ser’ arada kalıyorsun. E anca biraz bünye toplanıyor otuzlarda. Buranın çatlak astrologlarından birine gittim, epey ünlüdür kendisi. (Gördüğünüz üzere aktif dinamik heyecanlı bir spiritüel turistim; her taşın altına elimi sokmaktan çekinmiyorum) Durup dururken dedi senin dans etmen lazım, sana iyi geliyor. Zaten sen göbek dansçısıydın Mısır’da geçmiş hayatında. İşte bu ne yar ne ser dönemimin 2013 ortasıyla sonlanacağı ve rahata ereceğim bilgisini aldıktan sonra ohhh diyerekten hemen önerdiği sarı safir taşlı yüzüğü edindim, maksat cinnetten kaçma bahanesiyle ziynet.
Prem Baba daha bir dolu şey anlatıyor elbet; bu dönemle iç değişimin çok hızlandığını, bunu anlamaya çalışmanın acı getireceğini, daha ziyade teslim olmak gerektiğini öneriyor. İlişkilerden, idealist zihinle kalbin savaşından, kendi kendinle yaptığın pazarlıklardan, muhtelif dramaları tekrar tekrar yaşama ısrarından vs. bahsediyor. Kimisi çok yer ediyor not alıyorum, bazen de fantezi alemine dalıyorum işte.
Bugün pujaya katılmış birkaç tanıdıkla Ganj’ın yamacında muhabbete katıldım. Lorraine’in annesi o daha çocukken kiliseye gitmeyi bırakmış, toplanan bağışlarla kocaman bir org alındığını görünce ‘bu nasıl hayır işi’ deyip, yolunu ayırmış. Şimdilerde tekrar gitmeye başlamış. Çünkü artık sadece kilisede birbirine iyi davranan insanlar görüyormuş. İşte, barda, sokakta gırtlak gırtlağız ya. Devrimse 21 Aralık’ın getirdiği, ivmelerinden biri kitlesel sevimsizleşme herhal.

2013 hepimize ışık, sevgi, güzel muhabbetler ve şifa getirsin.   


27 Ekim 2013 Pazar

Puja Yolundan: Tarapit

Kamakya’nın kucaklamasından sonra pujanın son aşaması, içinden geçtiğimiz tüm enerjilerin varlığımızda sabitleneceği son durağa doğru yola çıktık. Tarapith; 10 kozmik güç, 10 tanrıça arasından Tara’nın mekanı. Tara merhametin temsili. Gel gör ki merhamet hissiyle pek karşılaşmadığımız bir ortamda bulduk kendimizi. Bir kere ritüeller bu sefer tapınaklarda değil, ölü yakım alanındaydı. Ortamdaki babalara bakıyorsun, çoğu kırmızılara bürünmüş, dev rasta saçlı, her tarafından boncuklar sarkan yarı deli görünümlü ürkütücü tipler. Kamakya’da tapınakların önünde afiyetle ot çekenlere ek burada bir de ciddi alkol durumu var. Yani tantrik yolda kendinden geçmek için araçlar değişebiliyorJ Kafayı bulmuş “Jai Ma Tara” diye ortada bağrınan insanlar arasında yine başlıyorsun sormaya “ne işim var lan burada?”.

Bu şenliğe rağmen girdiğimiz ortamı dönüştürdüğümüz muhakkak. Kırmızı dhouti’ler (erkeklerin bellerine sardıkları bir kumaş parçası diyebiliriz) ve sariler (bu daha tanıdık herhal) içinde grubumuz kendi tapınağını yarattı bir nevi. Manu’nun önceden hazırladığı dev yantra çizimleri yerlere serildi ve kadınlar bu yantraları rengarenk pirinçlerle kaplayarak renklendirdiler. (Sırf renklerle oynayabilmek için ayakkabı yapmaya başlayan ben bayıldım tabii bu eğlenceye). Guruji ayrıca yine pirinç ve kum karışımlarından, sonradan üzerinde ateş ritüellerinin yapılacağı başka yantralar hazırladı, hepsini çeşitli hatlarla birbirine bağladı. Hatta ikinci gün dışarıdan “bu gavurlar ne eder” diye hayret ve ibretle izleyen insanları yanaştırmamak için ortamın etrafını da renkli pirinçlerle sardı ve tuhaf bir şekilde az sayıda istisna dışında mahalleli o sınırları aşmadı. Kahvaltı etmeden gelip neredeyse akşam saatlerine kadar sadhana (ruhani pratik) yaptıktan sonra Guruji’yle aynı üstadın öğrencisi Ma’nın yaptığı yemeklerle (prasad) orucumuzu açtık. Sabah 9’dan akşam 8’e kadar neredeyse sürekli aynı ortamda kaldık iki gün boyunca ve sanki toplamı bir dakika sürmüş gibi geliyor bana. Çok özel bir kapanıştan sonra Guruji’den bir sonraki pujaya hazırlık mantralarımızı aldık ve BİTTİ. Grubun küçük bir kısmı Guruji’nin evine dönerken çoğunluk Rişikeş’e doğru hareket etmeye başladı bile aynı gece.
Hala bitmiş gibi gelmiyor bana ama bu bana özel, tesadüfi bir his de değil. Üstadın dediğine göre pujanın etkisi bir ay boyunca sürecek, arınmalar devam edecek ve enerji bu sürecin sonunda sabitlenecek. Valla ne oldu ne bitti bilmiyorum, kendi hanemde ne oldu ne bitti onu da bilmiyorum henüz; hazmedip göreceğiz inşallah.

Pujadan sonra Hindistan’a gelmişken biraz turizm yapayım, Varanasi veya Nepal taraflarına geçeyim diyordum ama Manu yedi alemin Rişikeş’e, Prem Baba denen üstadın derslerine katılmaya gittiğini söyleyince “e bari hadi biz de gidek, kimin nesiymiş şu Prem Baba görek” dedim. Prem Baba, özellikle Agama’nın kimi zaman sert disiplininden, metodolojisinin bazı boyutlarından yorulan, zorlanan veya bir eksiklik hisseden “yolcu”ların kapısında buluştuğu bir üstat. Agama’da varlığımızın farklı düzeylerinde (çakralar ve bedenlerle ifade ediyoruz bunları bilmeyenler için) yaşadığımız pek çok tıkanıklıkları ve sorunları metodik bir şekilde, enerjiyi yükselterek daha rafine ve yüksek zihinsel, duygusal hallere taşıyarak aşmayı öğreniyoruz. Enerjiyi yükseltsen bile oradaki sorunu temelli çözmüyorsun aslında ama o sorunu besleyen zihinsel/duygusal halden çıkınca başka bir bakış açısı kazandığın için çözebilme imkanın artıyor bir nevi.  Çok çok değerli bir teknoloji bu. Bazıları ise bunun yanı sıra başka bir yaklaşımın da arayışına girmişler ve Prem Baba’da buluşmuşlar.  Agama’da kendime yakın hissettiğim pek çok insandan duydum Prem Baba’yı; Brezilyalı olduğu ve çok kalpten yaklaştığı dışında hiçbir şey bilmeden, bilmek istemeden geldim buraya. Guru arayan biri değilimdir; hayatta çok değerli hocalar edindim, ediniyorum, teslimiyeti de yaşadım ama “birinin kanatlarının altına gireyim onun yolu da beni acılarımdan kurtarsın” demedim.  Daha çok denk gelmelere bıraktım kendimi. Velhasıl bugüne yaklaşayım, Prem Baba’yla ilk güne.
Uzun, upuzzzzuuun, trenden trene koştuğumuz ama görece rahat bir yolculuktan sonra artık 30 kilo taşımaktan yılmış tutulmuş kaslarım ve zor yollarda beni hiç yalnız bırakmayan (!) adet dönemimin yorgunluğuyla gözümüze hoş görünen ilk otelin mütevazi odasına attım kendimi. O kadar ucuz ki burası Joceline’le ilk defa tek başımıza oda tutma lüksünü yaşayalım dedik. Ortak banyo ama temiz; belli ki başka bir dolu seçenek var Rişikeş’te ama biz bıktık artık taşınmaktan ve tamamdır dedik. Bir de şansımıza Tarapit’de şöyle havuzlu, palmiyeli, plazmalı, oda servisli bir otele denk geldik komik bir fiyata; rahatız yani manen, doymuşuz konfora. En azından oldukça merkezi bir yerdeyiz, hoş bir ortamımız var ve Prem Baba’nın satsang’larının (guruyla buluşmaların) düzenlendiği salona çok yakınız.
Rişikeş nedir ne değildir çok anlamadan, hafif de üşüyerekten ama bol rüyalı keyifli bir uyku sonrası biraz homur homur uyandım. Yok banyoydu, yok şuydu buydu vırvırlanacakken bir şekil geldik işte Satsang salonuna. Baktım etrafa, tipik dallı güllü kıyafetli, şallı, lepiska saçlı neo hippi karakterler; yüzlerinde sabit, sümüksü bir tebessümle birbirine sıkı sıkı sarılan insanlar. Amanın dedim, düştük yine bilindik alemin içine. Yalnız bu arada dip not düşeyim, hani bu yeni çağ ruhani aleme berduş hippiler takılıyor sanmamak lazım, fiziksel olarak dikkat çekecek kadar güzel, ışıl ışıl bir dolu insanla doldu taştı salon. Bir kısmını bizim puja tayfasının oluşturduğu herhalde 200 kişi falan vardı salonda. Ama itiraf etmek lazım, salon tertemiz, huzurlu; yastıklar dizilmiş yerlere herkes rahat konforlu takılsın diye. Ortada bir takım özgür ruh bebeler falan. Ortam nefis batı usulü ruhani yani. Derken bhajan başlandı. (Burada zaten genel bir müzik durumu var, şu an da yan masamda biri çıkarmış yan flütünü, diğeri gitarını; öttürüyorlar). Öyle bir gitar, bir harmonium çakma Bhajan değil, epey enstrümanın adabıyla çalındığı, çok güzel vokallerin olduğu düzgün bir dinleti; katılanı var katılmayanı var ama bozan yok. Ne yapacaksın ortam böyleyken, bir meditasyon tutturup salınıyorsun sen de şüphelerinin arasından. Derken grup ayaklandı ve Prem Baba girdi içeri. Kalpten bir düğüm attı ve bir kaç göz yaşı geldi daha ne olduğunu anlayamadan. Dedim, hislendim; Bhajan, yorgunluk şu bu; geçiştirdim o hali ama daha önce hiç böyle güzel bir gülüş (ve esmer yüzün arasından ara ara görünen böylesine beyaz dişler) görmedim.
 
Satsang’ı İngilizce bilmesine rağmen - sanırım yoğun Brezilyalı kalabalık nedeniyle de- Portekiz’ce veriyor, bir eleman da çeviriyor. Takibi biraz zorlaştırıyor bu durum ama ne yapalım. Prem Baba psikoloji altyapısı nedeniyle öğretisinde bu batı bilgilerine çok değinen, kişinin aynı zamanda hem ilk kahramanları ve hem de düşmanları olan ebeveyniyle ilişkisinin dönüşümünün önemini çok vurgulayan bir üstat duyduğum kadarıyla (işte kulağını tıkasan da duyuyorsun ister istemez). ABC diye bir inzivasından bahsetti arkadaşlar; doğum anından itibaren ailenle yaşadığın her türlü zorluk, bilincinde olduğun ve olmadığın travmaların çözümü üzerinde duruluyor anladığım kadarıyla. Vivian’ımla yaptığımız uzun sohbetler geldi hep aklıma; bu konuya çok kafa yormuş, bana da çok rehberlik etmişti Vivian. Üzerine ben de özellikle Irvin Yalom’un ve benzeri varoluşçuların önerileriyle epey uğraşmış, hatta kendimi oldukça zorlamıştım bu konuda. Aslında bir dönem o kadar çok yönden aileyle ilgili yüzleşmeye zorlandıydım ki; dönüştürmeye karar verdiğim kronik rahatsızlıklarımın altından bile annem çıkıyordu misal. Güzel hocam Laura sağolsun, kendimi boğacak kadar derinleştiğim bu yüzleşmeleri böyle yekün değil de teker teker, yumuşak yumuşak yapmam icap ettiğini idrak ettirdiydi sonunda bana da biraz yol alabildiydim. Sonuç itibariyle Prem Baba’nın satsangında bahsettiği bazı şeyler çok tanıdıktı. Ebeveynimizle nihayetinde ayaklarının önünde diz çöküp bizi bu hayata kavuşturmaya aracılık ettikleri ve bize tuttukları aynalar için şükredecek hale gelene kadar bazı yüzleşmelerin yaşanması gerektiğinden çok kısaca bahsetti. Bol biberli duyguları izlemekten; tepki vermeden, kendini özdeşleştirmeden şahitlik etmekten dem vurdu. Anlattıklarından not aldığım bazı şeyler var, derinine girmeden anlatmak ne kadar yerinde bilmiyorum, bir deneyeyim. Misal pişman olmanın kutsallığı, öğreticiliğini anlatırken, pişmanlığın kendini suçlamaktan çok farklı olduğunu; kendini suçlamanın büyük bir sevgisizlik hatta kendinden nefret içerdiğinden bahsetti. Pişman olma hali üzerine, bu ayrım üzerine düşünmek lazım. Bir başka ilgimi çeken ayrım da özellikle ruhani yoldaki şüpheler bağlamında anlamak ve derinlemesine algılamak (understanding – comprehention)  kavramları arasındaki. Bunu çözümleyebiliyorum sanırım; misal Guruji neyi niye yaptırdı hiçbir şekilde anlamıyorum ama Şakti’yi, çalıştığı yoğun evrensel enerjileri algılayabilirim (algıladım diyemeyeceğim henüz, zamana ihtiyacım var).  Bu ve benzeri bir dolu muhabbetten sonra yine bir Bhajan ile kapandı oturum iki saatin sonunda. İlk gelenlerin ve ayrılanların selamını kabul edeceğini bildirdi Prem Baba. Baktım bir dolu insan sıraya girip huzurunda eğiliyor. Yine tüm şüphelerime rağmen onu hissetmek istediğim için girdim sıraya. Swami’den bilirim, yamacında durdun mu bir elektromanyetik alan içine girmiş gibi olursun, başka bir türlü hissedersin böyle güçlü karakterleri. Baktım tabii insanlar napıyor, neler oluyor sıradayken. Ayaklarına kapananlar, her bir ayağını öpenler, çiçekler verenler… Bana fazla… Çocuklar çizdikleri resimleri veriyorlardı; dikkatimi çeken Prem Baba verilen her şeye öylesine değil, olanca dikkatiyle bakıyordu. Kimisiyle konuşuyor, kimisininse selamını alıyor sadece kocaman bir gülümsemeyle. Ve geldi işte sıra bana ve hat koptu. Gözlemin, şüphenin, niyetin boş olduğu, kendiliğinden dolu dolu bir an. Kalp sanki normal boyutunun üç katı büyümüş göğüsten taşacak, o yüzden ellerle desteklemek gerekiyor; yani selamdan değil öyle olması gerektiğinden eller kalbe gidiyor. Gözlerin seni gördüğünü, gülümsemenin içini ısıttığını hissetmek; mutlak kabul ve mutlak huzur hissi. Öylesine çarpıldım ki kalbimde bir düğüm (sanskar) çözüldü, yine boşaldı birkaç damla yaş. Düşük düzeylerden gelen histeri değil, kalptan yumuşacık bir çözülme naçizane bilgime göre. Kabul ettim orada; bir yol seçmek bir guru seçmek değil mesele; çok güzel bir ilham almak belki sadece. O da yeter.  



Fotoğraflar: bbtomas.com





23 Ekim 2013 Çarşamba

Encounters with Istanbul

Deconstruction vs Reconstruction?
The first step I took in İstanbul ended up being into the Taksim square as I missed the stop I had to get off from the shuttle while chitchatting with Girisha. So I passed through Gezi Park, where it all started. An uprising unheard of, which shook us to the core even while we were soooo far away in our cozy little island. It was around 8 in the morning and there were still some people sleeping in the park. I guess there are always some people sleeping in the park but it feels different when they are some “clean”, mainstream youngsters wrapped in colorful blankets instead of drunkards. Although no other visible sign indicating any action, the vibe in the park is strong. A deconstruction is happening. I don't know how far it will go. As the deconstruction of my tiny little world is happening full-on this year it is kind of symbolic to step into Gezi Park right away.

I thought about Sevil while passing through the park; she lives very near, I missed her a lot and she would have all the stories about the uprising. But then I thought better to visit the family home with no family inside. Dad in motherland Caucasus, Mum in summer house, sis in Greece, me just arriving. Citizens of the world, huh! We'll all be together quite soon but I like it when I am just on my own after a long travel. Having a phase of readjustment eases the transition from one world into another. So I head home taking a shuttle from Taksim square, walking the familiar steps towards our flat which I have taken millions of times over the dozens of years my family has been residing here. And here comes the second wave of deconstruction...As the apartment will be rebuilt soon the garden is somehow deserted, the automobile gallery at the entrance is closed down, even our flat feels deserted with the shower tab broken and some other little staff to be fixed. I am loving this! It feels like an opportunity for a major reconstruction in our lives, a great momentum to step out of a house which has witnessed our different states for the last thirty-something years. I wish I could be equally positive about the deconstruction happening in my country or in me as a matter of fact. I feel content, though concluding a phase and stepping out of the bubble I lived through that phase somehow brings all kind of emotions mixed with a few drops of numbness.

The latest journey of de/reconstruction started 8 months ago somewhere in the middle of India with the puja, evolved in several phases in Koh Phangan. Since then, until April I have been sharing my experiences with a group of selected friends from Turkey. Feeling like a child who has found her toy lost ages ago. Sooo long ago that she only has the memories of how it felt while playing with it instead of what the toy looked like; so new, so exciting. That's how sharing my written words felt like to me. I thought about the specific phase; April to July where I didn't write a single word to anyone; first I thought it is the intensity of my life transitioning from ascetic practice to something new, refreshingly exciting pepped up with high-school-quality romance. But then again why being hard on myself, blaming myself for the disconnect. I was simply enjoying being in the moment and didn’t feel like reporting back; my graphomania was replaced by sharing expression through movement with a group of friends and non-friends every Tuesday, by running from one retreat to another, from one class of learning to another class of teaching, by love in all forms and qualities – friendly to kinky;)
Life is intense, my connections are intense in this period. One close encounter follows another. I just finished a spontaneous skype with one of my Guru’s, amazing Laura; another Romanian in my spiritual path. After my first experience with Agama 4,5 years ago, I went straight to Cyprus; started practicing every day which was good. Trying hard to integrate morals and ethics of yoga into my life, which was challenging. My tendency of being hard on myself created tiny little bubbles of confrontation popping up in my consciousness, accumulating so fast and high in number I felt suffocated. Then a funny little story of synchronicity happened. I was having major issues with my boss; my demonic witness. During one of the peak periods of me troubling myself uselessly about these conflicts, this woman happened to stop by at our office to visit our assistant. Although she is not a regular smoker she insisted on going out to the shared balcony between my office and my assistant’s. My assistant was hesitant since she knew I would be practicing yoga during that lunch break and didn’t want to disturb me, but the woman insisted and out of the blue she started talking about problems with seniors, how we cannot change people but only our attitude towards them etc. My assistant listed to her with eyes wide open and stormed into my office after she left; telling me it is time! So Laura entered my life. She simply said “I am here for you” in a very indirect way and I followed her call. Now I may also be able to help her; she may join Agama Yoga Turkey’s intensive camp in November to give and receive, to step out of her own bubble. Let’s see.
It is all still fast, still intense; at home just for a couple of hours and already some deep talks with people, a semi-consultation with Guru and some Agama Yoga Turkey work. It feels good. Tired now but content; even excited about what comes next.



Puja Yolundan: Kamakya

Ortaokul zamanlarından beri hayatımdan eksik olmayan bir dostum uğradı geçenlerde yola düşmeden. Benim seyahat sonrası hikaye anlatma beceriksizliğimle dalga geçti bir güzel ve ohh dedim, ailem anladı artık ketumluğumdan değil, dilim dönmediğinden anlatamıyorum. Tunç’un dediği gibi “eee, deniz vardı, palmiyeler falan, çok güzeldi” diyip geçiyorum. Madem öyle yazalım, yazmaya çalışalım. Bu seyahate özel yazmak da bir mesele, çünkü bir puja’daydım, Sanskritçe ruhani seremoni, bir nevi hac yani. Böyle bir yoldaki uygulamaları paylaşmak ne paylaşana ne paylaşılana hayırlı; ama neredeydik ne yaptık ne yedik ne içtik bahsedebilirim.
İnatla hala Bombay dediğimiz Mumbai uçusunda Gülenay ve Rebecca ile karşılaştım. Gülenay ilk Sundance’te sonra da Vipassana inzivasında yollarımın kesiştiği eski bir arkadaş. O da Agama’ya gitti, bir buçuk sene orada kalıp hocalık nosyonunu alınca da kendi yoluna çıktı. Rebecca ile ise geçen sene Tayland’da tanışmıştım. Böyle sessiz sakin, kendi halinde bir kızcağız ama bir  Havai dansı yaptı bize ne olduğumu şaşırdım; o ‘kızcağızın’ içinden müthiş bir zerafet ve kıvraklık çıktı, Havai dansının bu kadar  naif ama dişi olduğunu hiç fark etmemiştim.
Beraber havaalanında ilk Samosa’mızı yiyerek aktarmamızı bekledik ve Nagpur’a, Hindistan’ın göbeğine uçup oradan bir otobüs bir taksi Saoneer’e, Guruji’nin evine vardık. Ben kendimi Vipassana inzivalarına özgü o sessiz sakin, kadın erkek münasebetinin olmadığı içe dönük bir ortama hazırladıydım ama tabii Agama insanlarının olduğu yerde bu ne mümkün, cıvıl cıvıl şenlikli bir durumda buldum. Yoga eğitmenliği eğitimini beraber aldığım arkadaşlar, özellikle Joceline sağolsun biraz sessize sığınabildim. Joceline eğitim boyunca hiç sohbet etme fırsatı yaratmadığım, sessiz sakin, içine dönük ama sevimli bir kız. Biraz batı kafasında ve huysuz da bulurdum onu o zamanlar çok tanımamakla beraber.  Kısmet bu zamanaymış, kurtarıcım oldu resmen. İçine girmek istemediğim o sosyallikten beraber uzaklaştık, bana Guruji’nin evi ve hemen yanındaki Ayurveda fabrikasının odalarından oluşan konaklama alanının en göze hoş görünen köşesinde bir yer gösterdi ve böylece başladık.

Bu yola en sevdiğim Agama hocam Manu’nun vesilesiyle çıktım. Bu adam bu üstadlarla çalışıp böyle güzel bir melek oluyorsa tamamdır dedim. Guruji  Shambala’nın kralının himayesinde beyaz Tantra yolunda bir usta. Beyaz tantra hak yolunun hayatın, evrensel enerji ve güçlerin içinden geçen versiyonu diyebilirim.  Pratikte mantralarla ve yantralarla, Mahavidya’lar gibi kozmik güçlerle yapılan meditasyonlar, farklı elementleri içeren ritüeller; hayli şamanik bir durum. Uzatmıyorum bu kısmı, merak edene bilahire… Ben açıkçası hem beyaz tantra deneyimini yaşamak için hem de Manu ile uzun sohbetler sonunda bir şekil ikna olup çıktım bu yola. Hani artık yoga hocasıyız ya, bilelim bir şeyi anlatıyorken neden bahsettiğimizi. Hem de çok uzun zamandır ucunda ne olduğunu bilmediğim bir yola çıkmıyorum. Ne yiyeceğimi bildiğim restoranlar, ne alacağımı öngörebildiğim butikler, nasıl bir ortama gireceğimi bildiğim tatiller… Hatta geçen sene kimileri için çok radikal görünen Tayland’da aylar geçirme kararında bile aslında daha önce gittiğim, bildiğim bir adaya; öğretisini deneyimleyip benimsediğim bir okula gidiyordum.  Ha şimdi de sürpriz faktörünü azaltan çok unsur var, katılımcıların çoğuyla aynı okulun öğrencisiyiz, bir kısmını şahsen tanıdığım 100 kişilik bir arkadaş grubunun güvenliğindeyim yani. Ama işte adım adım, şanti şanti belirsizliğe toleransımızı arttırıyoruz.
Manu bu yola çıkmadan hepimizi çok uyardı yazılı sözlü; çok primitif koşullarda, sefillik yaşayacağımızı, pratiklerin uçuk kaçık gelebileceğini, neyi niye yaptığımızı anlamakta zorlanacağımızı ve batılı kafalarımızın buna isyan edebileceğini, teslim olmayı deneyimlememiz gerekeceğini ve her şeyden önce bir dolu arınma sürecinden geçeceğimizi… Ruhani yollarla ilgilenmemiş olanlar için diyorum, arınma dediğin pis bir şey:) Hem bedenen hem ruhen bir temizlenme sürecine girince yine aynı şekilde hem bedensel hem ruhsal tepkiler verebiliyorsun; içinde beslediğin kara deliğin derinliğine, yazgına göre de bu tepkiler oldukça şiddetlenebiliyor.
Saoneer pek çok batı Avrupalıyı delirtecek koşullardaydı belki ama yurdumun köy evlerinde bolca konaklamış, üniversite yıllarında uluslararası gençlik kamplarında uyku tulumlarında sıkış tıkış yerlerde yatmış, dağlara kamp atmış biri olarak ‘pehhhh!’ dedim.  Beş gün o ritüel senin bu meditasyon benim… Amma ve lakin o kadar kolay olmadı tabii. Bu puja Muladhara, yani kök çakra düzeyinde çalışıyor. Muladhara bedenimizle evren arasındaki köprüyü kuruyor. Yani tüm fiziksel varlığımız; bedensel sağlık ve gücümüz, fiziksel aleme dair isteklerimiz, ihtiyaçlarımız, endişe ve korkularımız, egomuzu şişiren bağımlılıkların büyük yüzdesinin kaynağı bu çakra. Haliyle herkes sırayla hasta oldu, bir dolu zorlu duygular düşünceler su yüzüne çıktı. Saoneer’deki 3. Günümde hayli ağır bir grip başladı; dördüncü gecemde astımla da şenlenen hastalığımla cebelleşirken bu kök çakra duyguları öyle bir kabardı ki dayanamadım açtım bilgisayarı yazmaya başladım içinden geçenleri. Aklımın daha duru ve seri işlediği ilk gençlik zamanlarında yazarak şifa verirdim kendime; baktım uyuyamıyorum bu sıkıntıları yazar da rahatlarım belki dedim ve neler çıktı inanamadım. İçimdeki rezil, sefil, çirkin, mutsuz, ezik, başarısız, yalnız, sevgisiz beni en dibine kadar yaşadım o saatlerde. Şimdi okudukça keyif aldığım bir samimiyet, bir temizlenme hissi var o yazıda. Ondan sonra puja boyunca bu kadar yoğun olmasa da benzer duygusal kabarmalar ve özellikle para ve kariyere, ilişkilere dair bir dolu endişe çıktı ortaya.


Böyle böyle madden ve manen sefil, ritüeller sırasında ara ara durup ‘napıyorum ben burada, manyak mıyım neyim’ diye diye geçti günler. Puja’nın 6. gününde bir sonraki durağımıza Kamakya’ya doğru yola çıktık. Düşünün 101 kişi ve Guruji’nin yedi sülalesi aynı uçakla Kalkuta’ya uçuyoruz! Toplu seyahat konusunda rekorlarım 4 otobüs AEGEE’li genci Ankara’dan Kapadokya’ya götürmek veya 30 kişilik otobüsle Makedonya deneyimi gibi karayollarıyla sınırlıydı (Bunu düşünürken hep dedim kendime, çok şanslıyım tüm bunları yaşadığım için). Bu kalabalıkla uçak kapatmak yeni bir deneyimdiJ Yol hepimize iyi geldi, Guruji’nin ortamının yoğunluğundan uzaklaşmak, yol heyecanı, Kalkuta’da temiz bir odada sıcak bir duş…Tüm bu yollar boyunca belli uçak biletleri dışında hiçbir organizasyona girmeden, tamamen akışında hareket etmenin de keyfini yaşadım. Hoşluklar denk geldi hep.  Ve Kamakya…Her tantrik ortam gibi burası da yoğun ama sefil; vedantik yollar çok güçlü olduğu ve siyah tantra yolunu takip eden kara büyücülerin olumsuz etkisi nedeniyle sanırım, tantrik yolun aslında insana düşündüreceği estetik ve sanattan eser yok bu enerji noktalarında. Ama işte enerji noktalarıymış buralar, görüyoruz biz de. Kamakya bu anlamda çok özeldi, kendimi tuhaf bir şekilde, henüz iyileşmemiş olmama rağmen çok çok iyi hissettim. Dünya’nın yoni’si (Sanskritçe vajina) deniyor buraya, hikayesi bir kıskançlık sonucu parçalara ayrılan Shiva’nın eşi Parvati’nin yonisinin Kamakya’ya düşmesi gibi bir şey, detaylar anlatana göre değişiyor.  Buradaki her tapınak belli bir kozmik güce adanmış ve küçücük karanlık, tütsülerle buram buram kokan bu mekanlar, Bengallilerin yoğun keçi kurbanı ritüellerinin de kısmı etkisiyle oldukça yoğunlar; içlerine girdiğinizde bir tuhaf hissediyorsunuz. Ana tapınağın derinliklerindeki mağara beni benden aldı, çok özeldi gerçekten.  Amma ve lakin Kamakya kesinlikle turistik bir yer değil, anca bu konularla ilgilenenler için anlam ifade edecektir.  Tüm bunları yaşarken hep Anadolu’da buna benzer yoğunluk taşıyan yerleri, kendi köklerimin, çerkeslerin ruhani pratiklerini merak edip durdum.

Sonraki durak Tarapith gelecek yazıda...

Resimler: bbtomas.com