Burnum yönetir
hayatımın bir kısmını benim. Girdiğim mekanı, yaklaştığım insanı, adım attığım toprağı
kokusuna göre elerim; sevdim mi sevmedim mi kokusundan anlarım. Kokusundan
sarhoş oluyorken, burnum darlanmaya başladığında bir mesafe girer arama kişiyle
ister istemez. Muhtemelen başka mevzular nedendir o mesafeye ama koku buyurur; ‘hadi
canım…buraya kadarmış’. Bir koku gelir burnuma beraberinde kocaman bir his
taşır teee yıllar öncesinden bir anıdan.
Bir hafta var
hayatımda; parfümünü yapmak istedim, ara ara koklayayım, hiç unutmayayım diye.
Çooook yıllar önce, 98 mi 99 mu bilemedim. Nedenini hatırlayamadığım bir şekilde yaz vakti Ankara’dayım herkes oralara buralara çil yavrusu gibi dağılmışken, ODTÜ kepenkleri mevsimlik indirmişken. Her yaklaştığında tüylerimi diken diken eden, hayata dair her nevi korkumu; en başta da eksikliği, yalnızlığı, kendine sevgisizliği başkalarından gördüğü ilgi ve sevgiyle telafi hallerini depreştiren bir doğum günü daha kapıdaydı. Her şey gevşek, rahat, olması gerektiği gibi ama ben bir yoğunluk ihtiyacındayım.
Ankara’nın o
zamanlar hip mekanı Likya’daydık bir akşam. Bar muhabbetleri, kısa sohbetler,
alkolün gazı sayesinde üç beş yüzeysel cümleyle damarlara yayılan sıcaklık çok
bildiğim, ilgilendiğim şeyler değil. Oldum olası berbat bir bar müşterisi oldum
zaten. Ya içmez, ya da sadece iki kadehle gerekli dünya şaşmasını yaşar...
İçerideki ve dışarıdaki ıssızlıkla baş etmeye yetmeyeceğine inanmama rağmen,
bir ‘belki’ ile girmişim mekana arkadaşımla, nasıl olduğunu bilmeden bizim
çevrelerden olduğu onayı verilmiş, filtreden geçmiş iki delikanlıyla muhabbete
girmişiz. ‘Small talk’ özürlülere mahsus kalkanımla oturuyorken biriyle sohbet
derinleşmiş. Güzel çocuk, cazibeli, şu bu ama yetmezdi o kadarı kalkan indirmeye.
O yaşlarda hele, istesem de indiremiyorum; vahşi doğam özürlü. Soluduğum
atmosferin, yaşadığım zamanın içerisinde bir genişleme, tam iki kişilik bir
açılma olması lazım ki kişi ile ben o aralığa girelim ve orada, bambaşka bir
boyutta yol alalım. Anlatacak çok hikaye, edilecek çok dans, yaratılacak bir
dolu anı var ama işte o aralık lazım illa ki.
![]() |
Mehmet'in salonumun ortasında sigarasını yakarken resmini bulana kadar bu iş görsün, yolu böyle güzel olsun |
Bir de o aralıktaki
yolculuğu tetikleyecek eril güç. Erkeğin yarattığı hafif bir ivme, verdiği ufak
bir yönlendirme ile kadın nasıl çoşuyor, çağlıyor; neler yaratıyor… Yaratım
dediğin zaten kutupluluktan doğuyor. Sosyal eşitlik kaygısının bize unutturduğu
kadının ve erkeğin (kendi içimizdeki ve dışımızdaki kadının ve erkeğin)
rollerini rahatlıkla, hep içimizde saklı olduğu doğallığında oynamaya
başlıyoruz bu kutupluluk denk geldiğinde.
Mehmet benim
kuzeyimdi, ben de güney oldum o aralığa adım atmamızla. Oradayken pek bir plan
program olmuyor. O an eşyanın doğasından gelen şimdi hatırlayamadığım bir
şekilde beraber akmaya başladık. İki insan arasında konuşulabilecek ne kadar
çok konu olabiliyormuş. Hayatımın en kıyıya köşeye attığım deneyimleri bir anda
sandık köşelerinden çıkıyor ve değerini buluyor onunla paylaştığımda. Bu
maskemi çıkarırsam, şunu da gösterirsem ne olur acaba korkuları teker teker
atılıyor üstümden. Zor tabii öyle tamamen, olduğu gibi çıplak kalmak. Ama, hele
hayatımın o dönemi için, olabildiğince yaklaşıyorum buna.
O zamanlar
çevremde ‘in mekan’ olan, resmimle rengimle süsleyip beslediğim hanemde detayı
önemsiz bir dolu muhabbete giriyoruz. Karşı cinsten olmanın getirdiği bir
gerilim var elbet ama ikimiz de hiç kurcalamıyoruz oraları. O zamanlar ki flört
özürlülüğüm bir yana, yaşadığımız zaman-mekan boyutu o kadar zengin ve
yapılacak o kadar çok şey var ki. Bakkal çakkal alışverişi, yeme içme, gezme
tozmada yarenlik anlaşılır da, Mehmet hayatımın o dönemki en büyük çilesine
kalkıp geldi tanışmamızdan yaklaşık üç gün sonra bir sabah; Hollanda
konsolosluğunda vize başvurusu! Kapıda metrelerce kuyruk, bendeki evraklar
tamam mı stresi korkusuna, nedir memleketimin insanının çektiği bu eziyet derdine
rağmen Mehmet’in sürekli gülümsemek için bahane arayan aydınlık yüzüyle eridi
gitti. Tabii o zamanlar Konsolosluk’un kapısında görevli Şaban abimin imtiyazları
da yardımcı oldu, sağ olsun. Bu vesileyle onu da anmış olayım, kendisi bilmez
ama kalbimde yeri büyüktür haşmetli Şaban abimin.
Mehmet’in evine
gitmesi, üstünü başını değiştirmesi gerektiğinde bile yine hiçbir özel iletişim
olmadan atlar Mübeccel’e giderdik; ben az beklerken o işlerini hallederdi, geri
yolunu tutardık mabedimin. Derken doğum günü geldi çattı; benim yedi dostum
ayrı alemdeyken Ankara’da olmamı gerektiren dönemde, ‘ah bir başıma’ diye
öncesinde dertlendiğim günün sabahı herhal bir ders için çıktım evden.
Alışılageldiği üzere bir plan program yapmadan Mehmet’le; çıktım gittim. Dönüş
yolundayken içimde beklentilerimi yüksek tutup hayal kırıklığına uğramamı
engellemekten sorumlu felaket senaryosu yazarı çoktan karar vermişti bölümün
sonunda, evimi terk edilmiş bulacağıma. Nitekim evde kimse yoktu; kapının arasına
sıkıştırılmış bir kağıt buldum ama onda da bir şey yazmıyordu. Yıkıldım tabii
hafiften ama senaryo yazarı altyapı hikayesine eklemiş çoktan avuntuyu da; ‘zaten
iki gündür tanıdığın adam’.
Ama diyorum ya işte, orası, o zaman-mekan bağlamı, farklı bir yer; ben ne olduğunu anlamadan Mehmet geldi tabii. Çıkması gerekmiş, anahtar yok, cin fikirli kapı arasında kağıt sıkıştırma dehasıyla geri içeri girebileceğini ummuş ama olmamış tabii. O gün ne yaptık, ondan sonra ne oldu detayları hiç hatırlamıyorum. Kalan parçalar ve deneyimin yekûnu kalbimin o kadar doğru yerlerini doldurup okşamış ki aralık nasıl kapandı onu bile hatırlamıyorum. Her zamanki gibi ben başka bir şehre gittim herhalde. Veya bu seferinde o, bilemedim. Aslında belli neden hatırlamadığım detayları; çünkü bizim sayfamızın başında yazıyordu zaten ana fikir. O aralıkta kendimizi verdik birbirimize. Kaygısız, tasasız, hesapsız, kitapsız sonuna kadar yanındayım dedik. Niye bunu dedik, biz kimdik düşünmeden. Neye ihtiyacın varsa karşılanacak, hangi yaran varsa bakılacak, nasıl bir hikayen varsa paylaşılacak; buradayım. Seni tamamlamak, seni mutlu etmek, seninle sen olmam için, benimle ben olman için. Oldu mu? Oldu.
Bunları ona
yazdım mı anlattım mı, hayır; hiç öyle derdim olmadı. O zaten bilir.
‘Bir hafta mıydı,
değil miydi’ aralığımızın parfümünü yapmak isterdim işte yine de o gitmeden.
Biliriz ikimiz de ama olsun. Koklasaydık gerektiğinde, boşlukları kendi
kendimize dolduramadığımız zamanlarda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder